“Kesinlikle istemiyoruz. Benim çocukluğum, gençliğim buralarda geçti. Mahkeme kimdir? Devlet kimdir? Mahkeme biziz? Halkız biz? Vali kimdir? Kaymakam kimdir? Mahkeme olanlar buralarda yatanlardır. Biziz” diyerek, kendi hayatını, çocukluğunu, gençliğini, yaşamını referans vererek, Karadeniz’de sekiz yaylanın birleştirilmesine engel olurken, doğanın savunusu açısının kendi yaşama alanı mücadelesine dönüşümünü, bir tür “yerinden etme” plan ve projelerine karşı “buradayım” deme halini bir kenara bırakıp ona “ana” diyerek “başının tacı” ilan eden herkes; bu yazı size.
Biz Rabia Özcan’a “ana” demiyoruz. Dozerlerin önünde bedeni ile doğrudan eyleyen bu kadınlar direnişlerin öznesidir. Bu özneleri analığın “cenneti ayakları altına alan kutsallığı” içinde eritmeye pek niyetimiz de yok.
Türkiye’de ve dünyada, makro ölçekli planlamalar ve tepeden inmeci uygulamalar, doğayı ve taşradaki üretimi, yaşam alanlarını hedef alırken, kadınların yaşamında da sarsıcı ve yıkıcı izler bırakıyor. Bu makro ekonomik yatırım plan-projeleri kapsamında devletlerin teşvikleri, anlaşmaları ile sermayenin gerçekleştirdiği toprak gaspları bir süredir kadınlara karşı makro ekonomik düzeyde şiddet olarak tanımlanıyor. Evlerinin, tarlalarının yakınında kurulan termik santrallerin, endüstriyel, enerji projelerinin yarattığı kirlilik hane içini hasta ederken hastalıklar nedeni ile oluşan bakım emeğini kim veriyor? Yaşadıkları mekanlarda, kapılarının önlerine kadar dev projeler ile gelen “iş-inşaat-işletme sahası” ve alanı sadece erkeklere açan sektör kimin hayatını daha çok katmanlı olarak daraltıyor? “Bu santral buraya kurulalı beri, bu kamyonlar her gün burada, her gün onlarcası gelir gider. Ben de o gün beri o taraftaki tarlamıza gidemem, nasıl gideyim bu kalabalıkta, şantiyenin orda, kamyonların orada?” (2)
Bu makro ekonomik şiddete karşı kadınlar tabandan bir ses çıkarma ile kadın mücadelesini kendi yaşama alanında örgütlüyor. Şili’de agroekolojik yöntemler ile tarım yapan kadınlar, tarım şirketlerinin kullandığı pestisid nedeni ile hasta olurken dev şirketlerin gasplarına karşı mücadele eden bu kadınların motivasyonuyla, Türkiye’de termik santralin külüne, havasına isyan eden, sokaklara çıkan kadınların iradesi bibirinin aynısı.
Termik santraller, yeşil yollar, IŞİD cihatçılığı, tarım alanlarının, zeytinliklerinin, yaylaların, derelerin ve ormanların yok edilmesi, yerel halkların göçe ve endüstride çalışmaya zorlanması anlamına da geliyor. Göç ve proleterleştirme ve hatta kent yoksulluğuna mahkum edilme eğilimi, kadınlar ve çocuklar üzerinde daha yıkıcı olan bir durum. Yaylalarından, köylerinden şehirlere göçe zorlanan kadınların, kentlerin cinsiyetçi yaşam örgüsü içinde var olma/olabilme hali/ihtimali erkeklerinki ile eşit de değil.
Özne olmak
Sermayenin yıkıcılığına karşı ekolojik direniş ve direnişte kadınların ön saflarda olması, gündelik alışkanlık ve “görev”lerinin dışına çıkmaları ve özneleşmeleri anlamına da geliyor. Yerel ekoloji direnişi, kadınlar için aynı zamanda kalıpların dışına taşma, kopuş ve radikalleşme demek. Bu bağlamda kent alanında Gezi direnişindeki kadınlar ve Bergama’da altın madenine karşı çıkarken, Yırca’da zeytin ağaçlarını korurken, Karadeniz’de HES karşıtı mücadeleye kendini adarken kadınların radikallik ortaklığı, yaşam alanını otoriteye, devlete, sermayeye karşı korumak zemininde özdeştir. Ne var ki, bu yaşadıkları, nefes aldıkları alan, sadece devlet ve sermaye ortaklığına karşı bir duruş değil, erkeklere karşı da aynı savununun verilmesidir. Yırcalı kadınların, zeytin ağaçları önünde kendini siper etmelerinin nedenine bir bakın: “Bu ağaçlar benim değil tabii ya. Benim değil ama bu ağaçlarda toplayıcılık yapmaya geliyorum. Zeytin toplayıp üç beş para kazanıyorum, para biriktiriyorum. Evden kaçıp diğer kadınlarla bir araya gelip, dertleşiyoruz. Tapu benim değil başkasının ama bu zeytin ağaçlarının aralamasında, zeytinlerin toplanmasında emeğim var.”
Yaşam alanı gaspına direnişten kasıt, ister kadına gündelik yaşamında nefes aldırmayan aile kurumu ve toplumsal cinsiyet rolleri, ister özgürce gezip dolaşabildiği yaylalara ve su kaynaklarına el konma harekatı olsun, kadınlar için kritik ve yaşamsaldır. Direniş, ister aile içi şiddete karşı, ister sokakta dolaşabilme özgürlüğü için, isterse de bir ormanın varlığını korumak için olsun, sınır çeker, iradidir, özgürlükçüdür. Kırda kadınların o alanı koruması, erkeklerin nedenlerinden birçok noktada ayrılır. Kadınlar için o alanlar, evden, aile içinde sıkıştırılımışlıktan, çoğu zaman ev içindeki şiddetten kaçıp, nefes alması ile eştir.
Türkiye’de ekoloji mücadelesinin öznesi olan kadınlar, kadınların tarih boyunca öznesi olageldiği özgürlük ve toplumsal dönüşüm mücadelesinden ayrı düşünülemez. Dolayısıyla kırda ekoloji mücadelesinde direnen kadınlar yekun bir kadın mücadelesinin parçası ve bu nedenle söylemlerinde toplumsal cinsiyet rollerinin yıkımına ve güçlenmeye de işaret eden birçok örnek bulunuyor. Bergama’da eyleme gitmeyen kocaları ile sevişmeyen kadınlar. Gerze’de elele tutuşup gece yarısı iş makinelerinin önüne oturan kadınlar. Yırca’da çocukların içinde olduğu öğrenci servisini durdurup, “Bu devletin okuluna gitmeyecekler, ellerine silah alıp, dağa çıkacaklar” diyen kadınlar…
Yine Yırca’da kadınlar, kendilerini alandan çıkarmaya çalışan özel güvenlik görevlilerine karşı “Şimdi üzerimi soyunuyorum, şimdi çıplak kalacağım sen de bana bakarak taciz yapmış olacaksın, burası benim tarlam, rahat hareket etmek istiyorum, senin ne işin var burda?” derken bedeni ile direnişinde, köydeki “anne”, “bacı”, “teyze” olarak bu kadınlar kendisinden beklenmeyen her eylemliliğin de öznesidir. Oysa, direnen, “ana”, “teyze” bilinen kadınlara yönelik bu imleme, kendisini kadın bedeninin öteki ilan edilmesi ile gösteriyor evet. “Ne yani 70 yaşında kadına, ‘ana’ neden demeyeyim, başka ne diyebilirim? Niye rahatsız oluyorsunuz, sanki erkekler yetmiş yaşında ninelere, analara nasıl bir gözle baksın yahu başka?” diye tepki gösterenlerin, aslında kadınlara, “ana”dan, “teyze”den gayrı birşey demekten “çekinirken”, kadınlara cinsellikten ayrı düşünemediklerinde kadın diyebilecekleri bir girdabın içinde olduklarını söylemeden de geçmeyeceğiz burada evet.
Şimdi o sıfatları sessizce yere bırak
Bazılarımız, mücadeleci kadınları imlerken neden ana, bacı ve teyze diye hitap etmekten kendilerini alamıyorlar? Kırda ana bacı teyzeyken, kentte “kırmızılı”, “siyahlı” kadın olarak anılmamız, tehlikeli bir ayrıma, karikatürleştirmeye, özneliğin gölgelenmesine, sözün irtifasının düşürülmesine, dolayısıyla kadınların pek çok yönüyle ortak olan mücadelesinin, münferit şeyler olarak görülerek, ikincilleştirilmesine ve göçe zorlanmanın, talanın, daraltılan alanlarda kadınların sıkıştırılmışlığının farklı boyutlarının ve sonuçlarının kadınlara yüklediği diğer yaşam yüklerinin de görmezden gelinmesine neden oluyor.
Neden kadınları, direnişlerin “kurumsallaşması” sırasında karar verenler, öne çıkanlar olarak göremiyoruz? (2) Bu eylemlilikten hareket içinde karar alım süreçlerine geçişte genelde erkekler ön saflarda iken bize kalan neden hep semboller oluyor? Ya da başka bir deyişle, neden bizim rolümüz, “ana”, “kırmızılı”, “siyahlı” olup bir şekilde direnişin “görünürleştirilen” zaman zaman “teyzelerimizi, analarımızı yerlerde sürüklediler” kıvamında “araçsallaştırılan” roller? Neden kadınların bedenleri ile cephe almaları, söylem ve eylem düzeyinde sembolleştirmeden öteye gidemiyor? Neden, yaşadığı alanları koruyan yüce analarımızın, direnişte bile yüklendikleri ev içi emek ve bakım emeği bu alanlarda hiç tartışılmaz?
Rabia Özcan bir röportajında “Hengameden Havva anlaşıldı sanırım adım. Soyadım da Bekar değil Özcan aslında. Ancak burada herkes beni Bekar diye tanır. Çünkü yıllarca evliydim ve soyadım Bekar’dı. Ama o kocamın soyadı, onu da şutladım. İşin özü şimdi Özcanım. Ama kızım bunların hiçbiri sorun değil. Direnen onlarca teyzeden biri diye yazın. Rabia’nın Havva’nın önemi yok.” Derken aslında, sembol olmaya bir itirazını, direnen bütün kadınlardan biri olduğunu söyleyerek de tekilleştirilmeye karşı çıkmıyor mu?
Sembolleştirme ve kahramanlaştırma adı altında savunulan bu ağız alışkanlığı, kadınlar için karikatürize edilme ve asıl derdin ikincilleşmesi yönünde işlerken, aynı zamanda toplumsal cinsiyet rollerinin yeniden üretilerek, aslında bu rollerin de hazırlayıcısı olduğu toplumsal düzenin sorgulanmasını engelleyici işlev görüyor. Oysa ki, dozer önünde devlete “kafa tutmaktan”, tecavüzcüyü ve katili olacak erkeği ondan erken davranıp öldürmeye (özsavunma pratiği), tacizin kol gezdiği sokaklarda, sokaklar ve geceler bizim diye bağırmaktan, aile dışındaki hayata işaret etmeye, söylem ve eylem düzeyindeki tüm kadın mücadelelerinin ve kurulan sözün, özgürleşme ve alan savunma, çizgiyi çekme iradesinin ortaklığı, açıkça mücadelenin radikalliğini gösterir. Analık, bacılık, yaşa ve dış görünüme dayalı kategorizasyon gibi imleme, sıfat verme ve sembolleştirme yöntemleri, aslında bu radikalliğin boyutunu, bu çıkışın ortaklığını ve politik önemini görmezden gelme alışkanlığıdır.
Kadınlar elbette annelik üzerinden politik söz üretir, mücadele örgütler. “kadınlara anne demeyin” demek değil derdimiz. Örneğin, “Cumartesi Anneleri”nin bir tarihselliği var. Oğulları, kocaları, yakınları zorla kaybettirilmiş, işkence çektirilmiş kadınların bu ilişkileri üzerinden kişisel hikayelerinin bir politikası var. Bu kadınlar, “kayıpları” olan ve diğer herşeyin yanında “kayıpları” üzerinden de devlet şiddetini deneyimleyen kadınlar. Ege’de, Karandeniz’de toprakları, mekanları ile aidiyetlik ilişkisi kuran kadınlar ise bu mekanları korumak, bırakmamak için, kendi çocukluğu, gençliği, kendi gündeliği üzerinden hikayesini kuruyor. Kesimine engel olamadığı ağaçların yasını tutarken, her gün çatır çatır sesini duyuyorum derken, annelik bu acının neresinde? Bu noktada direnen kadınların mücadele nedenlerini annelikleri, üzerinden kurmak istemediği açık. Bu yerleri, çocuklarıma, torunlarıma bırkmak istiyorum derken de hala kendi yaşamı ile mekanlar arasında kurduğu bağa işaret ediyor söyledikleri.
Devam eden bir kadın isyanı var, hatta bu isyan aile içinde, kadınların en yakınındaki erkekler tarafından erkek şiddeti ile bastırılıyor Bu bastırma kadınların öldürülmeleri ile sonuçlanıyor çoğunlukla. Kadın katillerinin eğilimleri, aldıkları indirimler son derece ortak ama kadınların karşı çıkma biçimlerinin toplamda bir kadın direnişi olduğu gerçeği bir türlü kabul görmüyor. Kabul görmeyen ne? Mesela “Evet öldürdüm, çünkü boşanmak istedi, evden kaçtı” diyen erkeğe haksız tahrik indirimi yapan mahkemeler nezdinde kadınların aile dışında da var olabileceği kabul görmeyen. Tıpkı dozer önüne geçip oturmayı göze almış bir kadının analığı bacılığı dışında bir yerde var olabileceğinin, başka bir maddi manevi aidiyeti olabileceğinin kabul görmemesi gibi.
Bu noktada sormak hakkımız: bizi neden aile dışında bir aidiyette hiçkimse düşünemiyor?
Diğer yandan, ekoloji mücadelesindeki erkeklerle bu tarz bir “kültürel samimiyet” ilişkisi kurulmaz. Kazım Delal, Kazım Dayı’dan ziyade “Yurttaş Kazım”dır. Bergama mücadelesinin öznelerinden Bergamalı Asteriks’e kimse babamız dememiştir. Yırcalı muhtar, kimsenin kardeşi, ağabeyi, babası olmamıştır. Gönüllerin muhtarı olmuştur. Tüm bunlar, toplumsal cinsiyet kalıplarının mücadele içindeki ve onun sözcülüğünü de yapmayı üstlenen birçok muhalif ve örgütlü bireyin de diline sirayet ettiği ve arka plandaki çifte standardın, ikiyüzlülüğün görülmediği bir sistematiğe işaret ediyor. Bu çifte standart ve ikiyüzlülük, feministler tarafından dillendirildiği anda, aynı sistematik içinde, feministleri de marjinal ve “gereksiz duyar kasanlar” olarak yaftalayan reaksiyonlar üretiliyor. Yaşam alanı mücadelesi veren bir kadını aile dışında düşünememek bir kalıba ve sistemsel bütünlüğüne işaret ediyor. Hal böyleyken kadınlar aile içinde “analar” olarak öldürülürken böyle bir “samimi ve sahiplenici” dil niye kurulmuyor? Rabia Özcan örneğinde, Rabia Özcan’ın herkesin anası olduğuna kim, ne ara, nasıl karar verdi? Mücadele içinde yer alan kadının annelik vasfına yaşından, giydiğinden, şivesinden, “naifliğinden” karar veren zihin, aynı kodla, kadınların kategorize edilerek sözlerinin ikincilleştirilme ve mücadelelerin münferit yüzeyselliğe indirgenme riskine karşı çıkan kadını “marjinal, yabancılaşmış ve hatta karşı devrimci” ilan edip linç edebiliyor. Hatta feminist sözün, kadın mücadelesi sözünün tarihi de bu örneklerle doludur.
Prototipleştirme ve karikatürleştirme, niyetten bağımsız olarak bile olsa, kişiliği ve özneliği bir yana koyan bir söylem eğilimidir ve ortaklaştırma değildir. Sözgelimi, şiddet mücadelesinde kadın hareketinin kazanımlarından biri, şiddete uğrayan bir kadının kendi bireysel şiddetten uzaklaşma ve özgürleşme mücadelesini, diğer kadınlarla benzer bir yönde ve benzer bir hedefe karşı, farklı yoğunlukta ve farklı güçlenme düzeylerinde verdiğinin kabul edilmesidir. Dolayısıyla mücadele öz ve yön itibariyle ortakken, şiddetle mücadele içindeki kadın (ki şiddet ortamından uzaklaşmamış da olsa her kadın şiddet başladığı anda şiddetle mücadele halindedir) öncelikle bir kişiliğe ve kendini tanımladığı kimliğe sahiptir. Dolayısıyla halihazırda yaşamını değiştirme ve savunma, güçlenme aşamasında olan ve o noktada özneliğini eline alan bir kadın, kadın özgürleşme mücadelesinin bir parçası haline gelir ve mücadele ettiği ataerkil şiddet ortak ve sistematik olduğundan, münferit bir mücadele değildir, aslında tüm kadınların farklı yoğunluk ve formlarda karşılaştığı şiddet mücadelesiyle aynı yönlü ve özdeştir. Bu yapı içinde kadının kişiliği, deneyimi ve güçlenme hikayesi kendine özgü, biricik ama diğer kadınlarınkiyle tam da prototip/karikatür (yani özneleşmemiş, olgunlaşmamış, tek boyutlu) olmamak yönüyle ortaktır.
Öldürülen kadınlar da, direnen kadınlar da istatistik veya ana-bacı, çilekeş, cefakar karikatürü değildir. Tıpkı sokakta direnen kentli feminist kadının bir marjinal, aykırı ve ayrıksı kadın karikatürü olmadığı gibi. Eril tanımlı “masumiyetler”, “ana yüceliği, kutsallığı” ve yine erkek egemen tanımlı “iffetsizlikler” kategorizasyonunun artık pek de gizleyemediği bir söz ortaklığı, radikallik arayışı, yaşam savunusu, ister kabul edin, ister etmeyin kadınların ortak gündemi. Bunu Çilem Doğan’ın isyanına, söylemine, giysisinde yazan yazıya sirayet eden öznelik ve politikada herkes görebilir, görmek istiyorsa. Rabia Özcan’ın aslında ilk soyadını kullanmasına vurgu yaparken, “kocamı şutladım” demesinde de görebilir, eğer görmek istiyorsa. Her kadın yaşamı, ataerkil sistemin, hiyerarşinin, yaşam alanı gaspının ve bedensel sömürünün altında yatan “fethetme” yoğunluğunun bu denli ağır olduğu bir ortamda, bir direniş hikayesidir. Bu hikayede kadınların mücadele ettiği bazen erkek şiddeti bazen devlet şiddeti, bazen devlet ve sermaye ortaklığında kurulan makro ekonomik şiddettir, bazen hepsi birden. Bunu bir feminist kadın söylediğinde marjinal oluyor (ki feministler oy hakkı için direnirken de “marjinal”di, tarihimiz çeşit çeşit marjinalliklerle dolu, çok tuhaf ve tanıdık bir biçimde) ama hayat ve mücadele kendini yerleşik basiretin ötesinde dayattıkça kabul edeceğiniz bir şey var: bu bir kadın isyanı ve kadınların ortak öfkesi ve mücadelesi.
Şimdi sakin olun ve kadınlara atfedilen her türlü tali ve bağlam dışı sıfatı yavaşça yere bırakın. (BG/DB/ÇT)
(1) Yırcalı bir kadının, köyüne çok yakın termik santral hakkında konuşması.
(2) Ekososyalist Bir Feminizm: Bergaama’dan Gerze’ye Kadınların ve Doğanın Kurtuluşu, Ecehan Balta